top of page
beyaz logo.png

Evrimsel Bir Paradoks: Polikistik Over Sendromu


 

Başak Toker - Gebze Teknik Üniversitesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik

 

Polikistik over sendromu (PKOS ya da PCOS), üreme çağındaki kadınlarda görülen ve günümüzde sıklığı gittikçe artan bir hormonal bozukluktur. İlk olarak 1935 yılında Stein ve Leventhal tarafından tanımlanmıştır. Dünya genelinde görülme sıklığının %5-10 arasında olduğu düşünülmektedir.


Genellikle üreme bozukluğu, kilo, sivilce ve tüylenme gibi klinik bulgularla ortaya çıkan bu rahatsızlık, adından dolayı toplumda birçok yanlış anlaşılmaya sebep olmaktadır. Polikistik kelimesi “polycystic” yani “çok kistli” anlamına gelmektedir. Halbuki bahsedilen şey bir yumurtalık kisti değil, adet döneminde vücuttan atılamayıp yumurtalık üzerinde kalan foliküllerdir. Bu sebeple normal kistler gibi büyüme-küçülme ya da ameliyatla alınma gibi durumları yoktur.


Polikistik Over Sendromunun başlıca semptomları;

· Adet düzensizliği

· Üreme bozukluğu

· Aşırı kilo

· Akne

· Erkek tipi tüylenme

· Yumurtalılarda kistik görünüm

· Saç dökülmesi

· Ve insülin direnci’dir.


Bu semptomların hepsinin tek bir bireyde ortaya çıkmayabileceği gibi, listeye farklı semptomlar eklemek de mümkündür. Bunların çoğu ise genellikle hiperandrojenizm yani erkeklik hormonlarının fazlalığından kaynaklanmaktadır. Bütün bunların yanı sıra PKOS’a sahip bireylerin sağlıklı bireylere kıyasla tip 2 diyabet, kalp ve damar hastalıkları, rahim kanseri gibi hastalıklara daha yatkın oldukları bilinmektedir.


Şimdi tekrar dönmek üzere Polikistik Over Sendromu’nu bir kenara bırakalım ve evrimden bahsedelim:


Türk Dil Kurumu’na göre evrim, “Bir canlıyı ötekilerden ayırt eden biçimsel ve yapısal karakterlerin gelişmesi yolunda geçirilen bir dizi değişme olayı”dır. Evrim teorisi ise, en basit tanımıyla, günümüzde bulunan canlıların milyonlarca yıl içerisinde farklı canlı formlarının değişime uğramasıyla oluştuğunu söyler.


Evrim teorisi üzerine yıllar içerisinde birçok çeşitli bilim insanı çalışmıştır. Bunlardan bazıları; hayatın suda başladığını ve ilk insanı bir hayvanın doğurduğunu söyleyen Anaximander, canlıların yaşadıkları ortama uyum sağlamak için morfolojik değişiklikler geçirdiğini söyleyen El-Cahiz ve insansı maymunlardan(ape) ilk barbar insanların oluştuğunu söyleyen İbn-i Miskeveyh’tir. Daha sonra bilimin ilerlemesiyle “modern bilim” çağında özellikle iki isim öne çıkmaktadır: kullanılan organın geliştiğini ve bu adaptasyonların kalıtımsal olduğunu söyleyen Jean-Baptiste Lamarck ve günümüz evrimsel biyolojisinin temellerini oluşturan Charles Darwin.


Darwin, bilinenin aksine hiçbir zaman “evrim” kelimesini kullanmamıştır. Onun teorisi, “değişiklerle türeyiş”tir (descent with modification). Bu süreçte birçok bitki ve hayvanı gözlemleyip onların nasıl küçük değişikliklerle zaman içerisinde türleştiğini incelemiştir. Örneğin Galapagos’ta yaşayan ispinozları ele alalım; ağaç oyuklarından beslenen ispinozun gagasıyla topraktan beslenen ispinozun gagası birbirinden çok farklıdır. Veya etle beslenen bir ispinozun gagası otla beslenen ispinozun gagasına göre farklı biçimde gelişir. Peki bu neden ve nasıl olur? Hepimiz, bir ortama girdiğimizde oranın şartlarına göre birdenbire organlarımızın şeklini değiştiremeyeceğimizi biliyoruz. O halde bu değişimin arkasındaki mekanizma nedir? Cevap; doğal seçilim.


Doğal seçilim, belli bir türe ait canlılar arasından dış etmenlere en iyi uyum sağlayanın hayatta kalmasıdır. Örneğin bir çöl faresi beyaz olsaydı kolaylıkla yırtıcılar tarafından görülüp av olacaktı. Ama bu demek değildir ki çöl faresi kahverengi olmayı seçti. Doğal seçilim, beyaz olanların daha çok avlanarak kahverengi olanların daha çok üremesine ve bir süre sonra o bölgeye hâkim olmasına sebep oldu.


İspinozların gagalarında ise durum biraz daha ayrıntılı. Farz edelim ki bütün ispinozlar kısa gagalı. Bir süre içerisinde gerçekleşen mutasyonlar sonucunda uzun gagalı bir ispinoz dünyaya geldiğinde, o ispinoz ağaç kovuklarındaki besinlere daha rahat ulaşır. Daha iyi beslenen ispinoz daha çok ürer. Bu süreç ise ağaçlık bir bölgede yaşayan ispinozların uzun gagalı olması ile sonuçlanır. Elbette bunun için burada anlatılandan daha uzun ve bir süreç gerekmektedir.


Bütün bunları özetlemek gerekirse; doğa yaşamaya en uygununu seçer, uygun olmayanları eler. Eğer çölde yaşayan beyaz bir fareyseniz yaşama şansınız bir hayli düşüktür. Peki bunların Polikistik Over Sendromu ile ne alakası var? Yukarıda birçok semptom saydık, hatta bunlardan bir tanesinin direk olarak üremeyi etkilediğini gördük. O halde doğa, bunca yıl içerisinde bu kadar olumsuz bir hastalığı neden eleyemedi? Üreme bozukluğu olan hastaların genleri bir sonraki nesle nasıl geçmeyi başardı?

PKOS’un genetik altyapısına baktığımızda birden fazla gendeki birçok mutasyonla ilişkili olduğunu görüyoruz. Bunlara örnek vermek gerekirse; LHCGR (lütenleştirici hormon reseptör geni), FSHR (folikül uyarıcı hormon reseptör geni), THADA (tiroit adenoma ilişkili gen) ve TOX3, PKOS’a etki eden genlerdendir. Bu ilişkili genlerde oluşan tek nükleotid polimorfizmleri (SNP), araştırmalara göre çok uzun yıllar öncesine dayanmaktadır.


Bu genlerin neden zaman içerisinde seçilime uğramadığına dair birkaç teori vardır. Bunlardan biri ise faydalarının zararlarını bir şekilde dengelediği yönündedir. Diyelim ki yıllar yıllar önce PKOS’a sahip bir kadınsınız. Vücudunuzdaki erkeklik hormonu fazlalığı sayesinde kas kütleniz ortalama bir kadından daha fazla. Bu da size rakiplerinize kıyasla bir fiziksel üstünlük sağlıyor ve sonuç olaraksa yaşama şansınız artıyor.


Bir başka etmen ise üremenin tamamen ortadan kalkmasındansa kısıtlı olması. Günümüzde insanların çocuk doğurma yaşı git gide artıyor fakat geçmiş çağlara baktığımızda bu, ergenlik dönemine yakın bir yaşa tekabül ediyor. PKOS’un belirtilerinin genellikle 15 yaşın üzerinde, özellikle de 20’li yaşlarda ortaya çıktığını göz önüne alırsak, bundan uzun zaman önce yaşayan PKOS’lu kadınların en azından bir çocuk yapma ihtimalinin yüksek olduğunu görürüz. Bu kadın yalnızca bir veya nadiren de olsa iki çocuk yapabileceğinden dolayı da onu daha özenli bir şekilde yetiştirir ve o çocuğun yaşama şansı çok çocuklu bir aileye doğanınkinden çok daha fazla olur. Böylelikle büyük bir artışla olmasa da stabil bir gen aktarımı sürmeye devam eder.


Bir diğer teori ise direk olarak PKOS denen bir hastalığın o zamanlar var olmadığı yönünde. Yapılan gözlem ve çalışmalara baktığımızda genel olarak karşımıza çıkan en büyük etmenlerden biri beslenme. PKOS ve beslenme ilişkisi yüzde yüz anlaşılmış olmasa bile bu konuda birçok araştırma bulunmakta. Özellikle ketojenik ve paleo diyetlerinin PKOS semptomlarında azalmaya sebep oluğu görülmekte. Örneğin, UC San Francisco Üniversitesi şu anda Amerikan Diyabet Birliği’ne ait diyetler ile paleo diyetinin PKOS üzerindeki etkisini araştırmak üzere 2021 yılına kadar sürmesi planlanan bir klinik çalışma yapmakta.


Peki nedir bu paleo diyeti? Adından da anlaşılacağı gibi paleolitik çağda yaşıyormuşçasına beslenme anlamına gelir. Paleolitik çağ, insanların ilk ortaya çıkışından milattan önce yaklaşık 10 bin yıl öncesine kadar süren arkeolojik çağdır. Bu diyete göre o çağda bulunmayan hiçbir şey yenmemelidir. Sonuç olarak, günümüz bilgilerine göre PKOS’un tarihi paleolitik çağlara dayanmaktadır ve aynı zamanda da paleo beslenme ile semptomlarda iyileşme gözlemlenmektedir. Bu da akıllara “Ya bu durum o zamanlar ortada bile yoktuysa?” sorusunu getiriyor.


Bütün bu teorilere ve çalışmalara rağmen Polikistik Over Sendromu hem tedavisinin olmayışıyla hem de artan sıklığıyla evrimsel bir paradoks olarak hayatımızda yer edinmeye devam ediyor. Şimdilik ise yapılabilecek en iyi şey beslenme ve hayat tarzı iyileştirmesine giderek hayat kalitesini arttırmaktan geçiyor.






Kaynakçalar:

1. Dumesic, D. A., & Lobo, R. A. (2013). Cancer risk and PCOS. Steroids, 78(8), 782–785.

2. Escobar-Morreale, H. F. (2018). Polycystic ovary syndrome: definition, aetiology, diagnosis and treatment. Nature Reviews Endocrinology, 14(5), 270–284.

3. Ganie, M. A., Vasudevan, V., Wani, I. A., Baba, M. S., Arif, T., & Rashid, A. (2019). Epidemiology, pathogenesis, genetics & management of polycystic ovary syndrome in India. The Indian journal of medical research, 150(4), 333–344. doi:10.4103/ijmr.IJMR_1937_17

4. https://clinicaltrials.ucsf.edu/trial/NCT02190097 (erişim tarihi: 26.01.2020)

5. Khan, M. J., Ullah, A., & Basit, S. (2019). Genetic Basis of Polycystic Ovary Syndrome (PCOS): Current Perspectives. The Application of Clinical Genetics, Volume 12, 249–260.

6. Oyelowo, T. (2007). Polycystic Ovary Syndrome. Mosby’s Guide to Women’s Health, 176–179.

7. Park, S., Liu, M., & Zhang, T. (2019). THADA_rs13429458 Minor Allele Increases the Risk of Polycystic Ovary Syndrome in Asian, but Not in Caucasian Women: A Systematic Review and Meta-Analysis. Hormone and Metabolic Research.

8. Stein, I. F., & Leventhal, M. L. (1935). Amenorrhea associated with bilateral polycystic ovaries. American Journal of Obstetrics and Gynecology, 29(2), 181–191.

9. Stocker, R. K., Aubry E. R., Bally, L., Nuoffer, J. M., Stanga, Z. (2019). Ketogenic Diet and its Evidence-Based Therapeutic Implementation in Endocrine Diseases. Praxis, 108(8), 541-553

329 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page